İki buçuk aylık kısa maceramın sonlarına yaklaşırken, aslında hep ertelediğim satırlarımı anı defterime sonunda ekliyorum. Şimdiye kadar olduğu gibi, bu sefer de ülke dışına çıkışımın temel nedeni mimarlık üzerine yaptığım eğitim deneyimleriydi. Çünkü mimarlığın, değişik kültürlerin farkındalığı ile beslenmesi gerektiğine inanıyorum ve bu düşüncemden aldığım teşvik ile sahip olduğum bilgi birikimine yenilerini katmaktan yine vazgeçemiyorum…
Tüm bu isteğimi desteklemek adına hazırlıklarıma deniz aşırı bölgelerde bulunan ofislere staj başvurularında bulunarak başladım. İlk zamanlarda, aslında gidip görebilmem daha olası olsun diye adı çok duyulmamış, daha küçük olarak tanımlayabileceğim firmalara başvuruyordum. Fakat daha sonra “Zaten kabul edilmesem de hayatımdan bir şey eksilmeyecek ki…” diyerek dünyaca ünlü firmalara başvuru maillerinde bulundum. Haftalar içerisinde maillerime bazı küçük yerlerden olumlu ve olumsuz cevaplar gelmişti. Ardından bir sabah aldığım mailimi okuduktan sonraki heyecanımla bir güne olabilecek en güzel şekilde başladım, o hiç olmaz dediğim uluslararası ve bu alanda iyi tanınan bir ofisten kabul edilmiştim! Yaklaşık dört ay sonra işbaşı yapacaktım ve “Ben nereye gideceğim?” sorusunun yerini artık “Ben oraya nasıl gideceğim?” sorusu almıştı. Çünkü gideceğim yer Türkiye’ye öyle üç-dört saat uzakta olan bir Avrupa ülkesi değil, yaklaşık olarak on üç saatlik uçuş mesafesindeki bir Asya ülkesi olan Japonya idi… İlk işim uçak bileti araştırmaya başlamak oldu, aylar öncesinden baktığım için doğal olarak önümde çok fazla seçenek yoktu. 6000 lirayı gözden çıkarabilsem sadece THY’de bulabildiğim direkt uçuşu alabilirdim. Fakat fiyatların düşmesi için iki ay bekledim, bir şey değişmeyince bir Rus firmasından bulabildiğim en uygun fiyatlı uçuşu alabildim. Rusya’da 13 saat beklemeli transit uçuşu göze alacak kadar istekliydim gitmeye… Tabii ki hazırlıklarım bu kadarı ile bitmiyordu, kalacak yerimden, orada kullanacağım transfer şekline kadar her detayı belirlemem gerekiyordu. Bunun için nereye danışmam gerektiğini biliyordum, beni daha önce birçok kere maddi yanı bir yana, daha önemlisi maneviyatıyla destekleyen değerli burs verenlerim bir kere daha benim, orada yaşayan deneyim sahibi insanlarla ile iletişimde bulunmamı ve nelerle karşılaşabileceğim hakkında bilgilenmemi sağladılar. Böylelikle artık ilerideki günlerime daha emin adımlarla gitmeye başladım. Yavaş yavaş artık her şey rayına oturuyordu, gideceğim gün yaklaşmıştı ve artık düşünmem gereken bavuluma neler koymam gerektiğiydi…
Haziran ayının son yarısıydı, yaz gelmiş, dersler bitmiş ve uçağımın kalkmasına saatler kalmıştı. Şansıma aktarma yaparken bagajlarımı tekrar check-in yaptırmama gerek olmadığını öğrendim, aksi halde her duruma karşın içine bir şeyler doldurduğum toplam kırk kiloluk eşyamın başında saatlerce beklemem gerekecekti. 3 saat içerisinde Moskova’ya varmıştım, bulunduğum yer Sheremetyevo dedikleri küçük bir havaalanıydı ve 13 saat boyunca kendimi oyalayabileceğim bir yer değildi. Daha önce hiç transit yolculuk yapmadığımdan birçok insanın dinlenmek için bacaklarını üç oturma koltuğu boyunca uzatıp gözlerini kapatmaya çalışması dikkatimi çekmişti. Tokyo için uçağa binme sıram geldiğinde tek düşünebildiğim şey uçağın ikram ettiği yiyecekleri yiyip geri kalan 10 saatlik yolculuk boyunca uyumaktı. Japon gelenekleri olsa gerek ki uçakta alışılagelmiş yastık ya da battaniye vermelerinin yanı sıra tek kullanımlık terlik de menüye dahildi. En son hatırladığım şey, bir ara uçağın kaptanı tüm pencerelerin kapalı olmasının zorunlu olacağını söylemişti ve ben uyandığımda pasifik sularını kısmen görebilmiştim.
Yarım saat içerisinde Tokyo’ya iniş yaptım. Kalan son hazırlığım kalacağım yere karar vermekti. Buraya gelmeden Japonya sınırlarında kısa süreli kalmaya odaklı hizmet veren guesthouse ya da sharehouse diye tabir ettikleri bir firma ile görüşmüştüm. Bu tarz firmalar şehrin birçok kesiminde, genel olarak altı-sekiz kişi paylaşımlı ev kullanımına yönelik kalacak yer hizmeti sunuyorlar ve gitmek istediğimiz mahalleye en yakın boş odalarını bize göstermek adına çalışanlarını yönlendiriyorlar. Benim çalışacağım yere en yakın bulabildiğim uygun odalar maalesef aktarma yapmamı gerektiren yaklaşık kırk dakikalık uzaklıktaki Ikebukuro bölgesinde bulunmaktaydı. Az önce bahsettiğim şirketin benim için yönlendirdiği bir çalışanı ile buradaki metro istasyonunda buluştum. Yarı Kanadalı yarı Japon birisiydi, bir zamanlar Kanada’da yaşadığı için İngilizce anlaşmak konusunda sıkıntı çekmedim, diğer taraftan yine bir Japon davranışı olarak düşündüğüm, en ağır olan bavulumu benim için on dakika boyunca göstereceği evlere kadar taşıması bana ne kadar yardımsever bir ülkeye geldiğimin sinyallerini veriyordu. Gösterdiği iki farklı ev birbirine bir dakika bile yürümemi gerektirmeyen mesafedeydi. Bireysel odalardan ziyade paylaşım alanlarının büyüklüğüne göre tercihimi yapıp ikinci gösterdiği evin ikinci katındaki odamı tuttum. Bu arada convenience-store denilen, fakat Türkçeye kolaylık marketi diye çeviremediğim bir yere gidip kontrat belgesinin fotokopilerini çektik. Bu marketler ülke genelinde çok yaygın olarak bulunuyor ve günün her saati açık, yani hiç kapanmıyor, muhtemelen çalışanların gece-gündüz vardiyaları oluyor. Convenience ya da kısaca conveni denmesinin diğer bir nedeni de içinde kırtasiye malzemelerinden, ecza, gıda,tekel ürünleri ve bankamatiğe kadar insanların her anlamda acil ihtiyacını karşılamaya odaklı olmaları… Buna karşın bizim Moskova üzeri bir görüntü kültürümüzdeki süpermarket durumunu orada bulmak için çok gezmem gerekti, çünkü bu conveni’lerde muz dışında rahatça alabileceğim bir meyve ya da sebze maalesef yok, daha çok oralarda mikrodalgaya koyabileceğimiz ya da sıcak su ile hemen hazırlayabileceğimiz gıdalar bulunuyor. Az rastlanan süpermarketten alışveriş yaptığımda birçok ürünün conveni’lerde daha pahalıya satıldığını fark ettim. Kolaylık marketine ilk gittiğim zaman, ısıtmaya bile gerek olmadığını söyledikleri bir noodle aldım, fakat yorgunluktan onu yemeyi ertesi günün işi olarak atadım ve anahtarlarımı aldıktan sonra yaptığım tek şey uyumak oldu. Bir sonraki gün pazar günüydü, takibindeki pazartesi iş başı yapacağımdan çalışacağım yeri görmeye gittim. Pazar günleri, Avrupa ülkelerinin tam aksine Japonya’da bir tatil günü kavram olarak evde dinlenmekten ziyade dışarıdaki hayatın tadını almaya fırsat olacak günler olarak sayılıyor. Bu nedenle o gün sokaklar çok kalabalıktı, aynı zamanda oturduğum ve çalıştığım bölgelerin şehirde turistlerin ilgisini çeken merkezler olmalarının da bu duruma etkisi vardı diyebilirim. Bir pazar sabahı İsviçreli ev arkadaşımla dışarıda bu durumu konuşurken bana “Günün erken saatlerinde sokaktaki insan sayısının öğleden sonrasına göre az olmasına karşın o an İsviçre’de olsaydık bir pazarın en yoğun saatinde bile bu kalabalığı göremezdik.” dediğini hatırlıyorum. Bu kadar kalabalık bir toplumun acil ihtiyaçlarını karşılamak adına marketlere ek olarak, yine onlar kadar sık rastlanan yol üzerinde veya ev-işyeri binalarının girişlerinde tekel ve meşrubat ürünlerini içeren otomat makineleri bulunmakta, fakat fiyatları açısından birkaç fazla yeni gözden çıkarmak gerekiyor. Ben de günün sonunda yolumu uzatmamak adına bu makinelerden rengi alışılagelmiş sarı olmayan, yeşil bir limonata alarak evime geri döndüm.
Pazartesi günü sabah 11 civarı iş yerinin olduğu yere vardım. Asansör kapısının neden o kadar geniş olduğunu düşünürken kapı açıldı ve gözlerime inanamadım. Bir asansör dolusu çöp torbası vardı, zaten asansör boşalana kadar bekledim ve sonra çöpü taşıyan kişilerin ofis çalışanı olduğunu öğrendim, bu demekti ki ben de bu işten sorumlu olacaktım. Ofis sekreteri ile bu durumu görüştüğümde bana şehirde çöplerin haftada sadece belirli iki günde toplandığını söyledi. Zaten geriye kalan kuralları öğrenip, proje patronu ile tanışana kadar öğle yemeği vakti geldi. Bir diğer şaşırdığım şey ise çalışma saatleriydi. Aslında bana Japonya’ya gelmeden önce bahsedilen 8 varı işten çıkma sözü sanki hiç söylenmemişti, sadece eve gideceğim son metro vardiyalarını bilmem yeterliydi onlar için. Bu konuyu hafta sonu bana evimi gösteren kişiye bahsettiğimde bana legal bir durum olmadığını ve istersem bir şekilde devlete bildirip normal saatlerde çalışma şekline geçebileceğimi söyledi. Fakat bir haftadır tüm çalışanların gece 11-12’ye kadar durduğunu gördükçe bu çalışma biçimini de denemek istedim, sonuç olarak buraya on haftalık bir süre için gelmiştim ve dönüş biletimin iade ya da değişimi söz konusu değildi… İlk zamanlar bu tempoya ayak uydurmam gerçekten zor oldu benim için, gece yarısını geçtiğinde evde oluyor ve evime gittiğim gibi uyuyordum. Birkaç hafta içinde eve gider gitmez yorgun olmama rağmen uykumun geç gelmesiyle daha geç saatlerde uyumaya başladım. Bazı zamanlar bu saatleri ertesi gün için yemek pişirerek harcadığım oldu, çünkü ben bir ada ülkesinde vejetaryendim. Ülkede vejetaryen sayısının az olmasından dolayı çoğu pirinç ürünleri dahil gıdalar genel olarak balık ve et içerikliydi, fakat tabii pirincin de balığın da her çeşidi bulunmaktaydı. Özellikle pirinçle yapılan çok fazla tatlı çeşidi var ve aralarından en çok bilinenlerden biri de içerisinde farklı tatlarda dolgu barındıran mochi keki, hatta bazen pirinçten yapılan bu kekin hamurunda da içerisindeki dolgu aroması bulunabiliyor. Ben ilk denediğim çeşidi Japonların ünlü toz yeşil çayı olan macha’lı olanıydı, macha da aynı şekilde bir çok tatlının aromasını şenlendirmekte, fakat benim için biraz ağır bir tadı var, yani birkaç lokma yemek yada birkaç yudum almak yeterli geliyor. Bir tek Japonya’da rastladığım diğer bir durum ise kırmızı fasulyenin orada tatlı bir aroması olduğundan ötürü yine birçok tatlıda dolgu maddesi olarak kullanılması, en çok görebileceğimiz hali ise genellikle kahvaltıda tükettikleri pankek arası kırmızı fasulyedir. Tadını çok yadırgamasam da bu ürünler her gün tüketebileceğim şeyler değillerdi. Süpermarketleri keşfettikten sonra benim için hayat kolaylaşmıştı diyebilirim, dahası ilk alışveriş yaptığım zaman poşetimde patatesi gören ve benden daha uzun süre önce Tokyo’da kalmaya başlamış olan ev arkadaşım bana nereden aldığımı göstermemi istemişti. Bu durum iş yerine getirdiklerimi gören arkadaşlarımın bana meraklı bir şekilde “Pesto sosunu nereden buldun?” gibi sorular sormaya başlamasıyla devam etti. Bunun dışında, daha önce Hollanda’da bir staj yapmak için bulunmuştum ve orada Japon bir ev arkadaşım olmuştu. Yaptığı yemeklerin kokusundan dolayı ülkeye hep ön yargılarla gelmiştim, ama sokaklarda beklediğim gibi ağır yemek kokularıyla karşılaşmadım. Aksine haftada iki kere çöp toplayan ve sokaklarında bir çöp kutusunun bile olmadığı bir ülke için dışarıda algılanabilecek hiçbir koku bulunmuyordu. Bunu sağlayan şey aslında sokağa çöp atma saatinin olmasıydı. Böylelikle evimizde biriktirdiğimiz her şey sokakta sadece belirli saatlerde kaldığı ve öğleden önce toplandığı için sokaklar temiz kalıyordu. Evle iş arası kat ettiğim kısa bir mesafe olmadığından ve sokakta çöp tenekesi bulunmadığından ötürü bir süre sonra çöp atma ihtiyacım için çözüm yolları aramaya başladım. Kendimce zekice gördüğüm ve oradaki birçok arkadaşıma da tavsiye ettiğim çözüm yolu her on dakika mesafede bulabileceğimiz convenience-store’ lar içerisindeki, orada ısıtılıp yemeye yönelik gıda atıklarını veya diğer atıkları atmak için bulundurdukları çöp ve geri dönüşüm kutularıydı. Sokaklardaki temiz havanın bir diğer nedeni de dışarıda sigara içme yasağının olması; her zemine yapıştırılan Japonca ve İngilizce yazılmış bu yazıları okumadan yürümek mümkün olmuyordu. Peki sigara tiryakileri neler yapıyor derseniz, eğer dışarıda içilecekse belirli sigara içme spotlarından başka yerde içilemez, bunun sonucu olarak gidilen restoranlarda içmek yasaklanmamış. Her ne kadar çoğu geleneksel Japon restoranında, temizlik açısından evlerde de uyguladıkları ayakkabı çıkarma geleneğine ne kadar saygı duysam da, böyle bir özenin yanında kapalı bir alanda sigara içilmesini o kadar garipsemiştim. Temizlik ilkelerinden devam edecek olursam, Tokyo’da gördüğüm her taksinin koltukları beyaz dantelli kılıflarla kaplı, bunun temizlikle alakasını başlarda anlayamamıştım ve bir gün ofis sekreterimize sebebini sormuştum, aslında onlar benim hayal ettiğim gibi geleneksel bir Japon süsü değil aslında birer temizlik aracıydı. Dantellerin düzenli olarak yıkanıp değiştiğini öğrenince gerçekten etkilendim. Taksiler ile ilgili şaşırdığım bir diğer şey ise kapıların şoför kontrolünde otomatik olarak açılması, müşteriler herhangi bir şekilde kapıya ellerini sürmüyorlar.
Japonya’da saygı duyduğum ve aslında her yerde olması gerekenin işlediğini gördüğüm bir diğer şey ise trafik kurallarına uyulması. Her sokak başında araç ışıklarının olmasının yanında bir de yaya ışığının bulunması ve yayalara yeşil ışığın söneceği sinyalinin verilmesiyle herkesin bir koşu karşıya geçme çabasını görmek şehrin her yerinde mümkün. Ulaşımdan bahsedecek olursam, metro hatları çok gelişmiş olduğundan otobüs kullanmamı gerektiren sadece tek bir durum yaşadım, o zaman otobüsü doğayla iç içe olmak için gittiğim şehir dışı bir alana erişmek için kullanmıştım. Öyle bir yere metro ile gitmek, yol açmak adına doğaya ters düştüğünden zaten normal bir durum olmazdı. Metroyla ilgili bir diğer gerçek ise dünyanın en büyük istasyonu olan ve tam olarak 12 farklı güzergaha giden trenleri barındıran Shinjuku istasyonu Tokyo’da bulunuyor. Burayı ilk kullandığımda ev arkadaşımla olmama rağmen kaybolmuş ve gideceğimiz yere bir saat geç varmıştık. Az önce bahsettiğim güzergahlar hep farklı tren şirketlerine ait, bu nedenle de genelde aktarma yapılacağında farklı bir şirketi kullanmak durumunda olduğumuz için her şirket için farklı bir bilet almak durumundayız. Bundan dolayı da ulaşım oldukça pahalı, yine de pozitif bir bilgi olarak bahsetmem gerekirse tüm toplu taşıma istasyonlarında ücretsiz internet hizmeti bulabilirsiniz. Buraya gelmeden önce sırf internete bağlanıp kendime yön belirlemek adına sim kart markalarını araştırmaya başlamıştım. Bu ücretsiz internet hizmetinin marketler dahil her yerden erişilebilir olması sonucu olarak tüm seyahatim boyunca sim kart alma gereksinimi duymadım… Tekrar trafiğe dönersem; araçlarla ilgili olarak, İngiliz filmlerinden görmeye alışık olduğumuz direksiyonların sağda oluşu şu an Japonya’da da geçerli. Yine burayı başka ülkelerle kıyaslarsak ve eğer çok katlı bir binada iç ulaşım söz konusuysa, Tokyo’nun gökdelenler şehri olduğunu da düşünürsek, burada çok sık tanık olunabilecek bir durum olarak acil çıkış merdivenleri ya da daha şehrin merkezi dışında kalan yerleşkelerde normal sirkülasyonlar Amerikan dizilerinde görmeye alışık olduğumuz gibi dışarıdan bir eklenti halinde hizmet vermekteler. İşyerimin balkonunun çatı katında olmasından ötürü bu Merdivenlere örnek olarak.. manzaraya sürekli tanık oluyordum, ek olarak bir çalışma arkadaşımla dikkatimizi çeken bir şey ise birçok çatıda gördüğümüz, küresel ya da küp şeklinde, kentsel bir gazometrenin en minimal versiyonlarıydı. Bununla ilgili aslen bir bilgi edinmesem de, ürettiğimiz senaryolar arasında bu objelerin işlevleri yine acil durum gaz ya da su deposu olarak yer alıyor.
Bu kadar çok yaşam stilinden bahsettiğim ülkenin genel inancı ise Budizm ve Şintoizm olarak geçiyor. Bu nedenle her yerde dikkat çekecek büyüklükte hayvan heykeller yer alıyor. Bu inançlar için görsel ayırımını çok güç yaptığım farklı isimlere sahip Şinto ve Budizm tapınaklarında ibadet ediliyor. Temelde mimarisi benzer olmasına karşın işleyiş olarak bir takım elemanların konumu dolayısıyla bir ayrım yapılabilir. Tüm bunların yanı sıra, Japonya’nın mimarlık vizyonu sadece geleneksel yönde tanınmıyor, modern mimarisi ile de dünya çapında birçok ünlü tasarımcının örneklerine çok sık rastlayabiliriz. Tokyo bu konuda çok zengin bir şehir, özellikle Omotesandō olarak geçen, konum olarak Harajuku ve 5 adet yaya geçidi ile ünlü Shibuya gibi merkezi yerleri tam olarak birbirine bağlayan bölgede birçok ünlü mimarın eserlerini bir sergi niteliğinde tüm yol boyunca görebilmek mümkün. Mimari konusunda başka bir özelliği ise 1900’lerin ortasında Metabolist mimari akımının burada gelişmiş olması, bu nedenden ötürü bu akımın adı Japon Metabolizmi olarak da geçiyor. İsminden de anlaşılacağı üzere, düşünceleri maddenin organik bir şekilde çoğalmasını temel alan ve mimari parçaların şehrin gereksinimlerini karşılamak için birbirleriyle bağlanıp mega birimler oluşturmasından geçiyor. Günümüze dönersem, yapılan her iki binanın arasında boşluk olmak zorunda, çünkü bu ülke sürekli gerçekleşen depremleriyle de ünlü bir yer. Japonya’da yaşadığım ilk deprem olduğu sırada ofiste çalışmaktaydım, uzun zamandır hayatımda bu gerçekle yüzleşmediğimden ötürü bu beni çok korkutmuştu, fakat birçok iş arkadaşım için bu artık olağandı ve birkaç dakika içerisinde herkes çalışmasına geri döndü. Daha küçük dereceli depremler olduğunda bazı zamanlar kimse umursamayıp yaptığı işe ara bile vermiyordu, yine de Nakagin Capsule Tower, Metabolist Mimari Shibuya yaya geçidi benim için hala bu korkutucu bir durum… Mimariyle ilgili son olarak değineceğim ve birçok yerde yeni başlayan konut inşaatlarını gördüğüm için dikkatimi çeken şey ise binaların ahşap taşıyıcılar ile yapılmasıydı, hatta ahşabın malzeme olarak iç zemin ve tavan kaplamasında da devam ettiğini görmek, kendi kentimde yapılan yeni yerleşimlerin betonarme olmasından ötürü başka bir yapım malzemesi olarak beni neşelendiriyordu…
Şimdiye kadar anlattığım bazı detaylar aslında buraya gelmeden kulak dolgunluğu dahi olsun edinmediğim bilgilerdi, bu nedenle gördüğüm her şey bir yandan çok tanıdık gelirken aslında bana bir o kadar da uzak yaşantılardı, fakat bu durum bana kendimi hiçbir şekilde yalnız ya da hayata uzak hissettirmedi. Tam tersine, gerek Türkiye ile arasındaki saat farkı olsun gerek Türkiye’ye gerçek mesafesi olsun, kendi ülkeme olan gündelik bağlantılarımın büyük anlamda azalması ile beni daha çok o anki yaşamıma odakladı ve beni hayata iterek oranın bir parçası olmamı sağladı… Son bir not; eğer bir gün olur da Japonya’ya gidecek olursanız şemsiyenizi almadan sokağa çıkmamanızda fayda var. 🙂
Başak KARABULUT