Türk yapı sanatının en büyük ustası Mimar Sinan, Osmanlı
ülkesinin her yanını eserleriyle süslemiştir. Onun uzun
süren yaşamını anlatan Tezkiretü’l-ebniye adlı esere göre,
Osmanlı ülkesindeki 364 yapının mimarıdır. Büyük bölümünü
camilerin ve mescidlerin oluşturduğu bu sayının içinde
türbeler, darü’ş-şifalar, su yolu kemerleri, köprüler, saraylar,
kervansaraylar, hamamlar vb. yapılar yer alır. O, 1538’de
getirildiği reis-i mimârân-ı Dergâh-ı âli, yani padişahın başmimarı
görevinde böylesine verimli çalışmalarını sürdürürken,
bir yandan da çoğu çağında büyük üne kavuşmuş birçok
mimar da yetiştirmiştir.
Bu nedenle Sinan’a Osmanlı sanatı
içinde başlıbaşına bir okul gözü ile bakılabilir. Sinan’ın
büyüklüğü, üstün yeteneklerinin yanı sıra, Osmanlı imparatorluğu’nun
en güçlü olduğu ve büyük ekonomik olanaklara
eriştiği bir dönemde yaşamış olmasıyla yakından ilgilidir.
Devletin siyasal ve ekonomik alandaki üstünlüğü, sanat alanında
gelişmelere neden olmuştu.
XVI. yüzyılın başından sonlarına kadar klasik Osmanlı kültürü hemen hemen her
alanda en üst düzeye varmıştı, işte, bu kısa yazıda, Sinan’ın
eserlerinin büyük bölümünü yarattığı ve bu yolla gelişmesine
k a t k ı d a b u l u n d u ğ u mekanın, yani Osmanlı – Türk kentinin
bu klasik dönemdeki kimi özelliklerine ana çizgileriyle değinilecektir.
Belki de, böylece onun çalışma ortamı açıklanarak
sanat çizgisi daha iyi değerlendirilebilir.
Osmanlı-Türk kentinin genel planı hakkında ilk söylenmesi
gereken, içinde İslami öğeleri, Ortaasya Türk uygarlığının
etkilerini ve yerel esinlenmeleri bulabileceğimiz bir
sentez olduğudur.1 Fakat bu bileşimin içinde İslami öğeler
büyük ağırlık taşıdığından dolayı, genellikle İslam kenti
hakkındaki yargılar, kanıtlarının hemen hepsi Osmanlı öncesi
dönemlerden seçildiği halde, aynen Osmanlı kenti için de
geçerli sayılmıştır ve bu nedenle onun özgün yanları inceleme
dışı bırakılmıştır. O nedenle, Osmanlı kenti için geçerli
yargılara varabilmenin tek koşulu, bu alandaki somut verileri
kapsayan araştırmalara ağırlık vermektir.
Bilindiği gibi, kent denince, yerleşiklerinin işbölümüne
tâbi olarak tarım dışı mal ve hizmet ürettiği ve bunları yakın
çevresi ya da daha geniş bir alan için pazarladığı yerleşme
birimi akla gelir.2 Yani kentin başlıca özelliği tarım yapılmadığından
dolayı kendi kendine yetmeyen bir iktisadi
birim olmasıdır. Osmanlı da kenti ve kasabayı “cum’a kılınur
ve bâzârı durur” yer olarak tanımlamıştır.3 Osmanlı
kanununa göre, han, hamam, bedesten ve kervansaray yapılmışsa,
o yer kasabadır veya kenttir.4 Tarım dışı üretim yapıldığı
içindir ki, kent ve kasaba sınırları içindeki topraklar
miri arâzi değildir.5 Görülüyor ki, kentin temel niteliği açısından,
Osmanlının tanımında çelişen bir nokta yoktur. Ancak
bir yerleşme biriminde tarım dışı üretimin yoğunluk kazanması,
oraya kent dedirtmeye yarayacak tek ve yeter özellik
sayılamaz. Batı kentini inceleyenler, böyle bir yerleşme
birimine tam anlamı ile kent denilebilmesi için, orada yaşayanların
güvenliklerini sağlayabilme olanağına sahip bulunmaları
ve kendilerini yönetebilmeleri için kısmi otonomiye
dayanan kimi kurumları geliştirmeleri gerektiği görüşündedirler.
Bunun için kenti belirleyen fizik öğelerin önemlileri
arasında sur, pazar yeri, yönetim binaları, başta ibadethaneler
olmak üzere genel toplanma yerleri sayılır.6
Tarihsel gelişimi
içinde İslam kentini inceleyenler, diğer öğelerin varlığını
kabul etmekle beraber, kentin tanımında önem taşıyan
yönetim kurumlarının, İslam kültür çevresinde kente özgü
bir kurum olarak görünmediğini, bu yüzden de bu kültür
çevresindeki kentlerin tam anlamı ile kent kavramının kapsamına
alınamayacağını ileri sürüyorlar.7 Genellikle kabul
edildiğine göre, kültürel bakımdan bütün İslam kentlerinin
baş özelliği, politik bilinçsizlik ve kendi kendini yönetme
yokluğudur. Onun için İslam kentlerinde fiziksel bir düzensizlik
vardır ve bunun nedeni, kentlinin ortak yaşama iradesini
temsil eden herhangi bir sorumlu örgütün yokluğu karşısında,
belde yerleşiklerinin bağımsız davranışları olmalıdır.
8 Aynca, İslam kenti için bir başka yargı da, onun, aralarında
organik bir bağlantı olmayan, mahalle denilen birimlerden
oluşmuş bir bütün diye düşünülebileceğidir.9
Bütün bu yargılar, Osmanlı kenti için ne ölçüde geçerlidir,
Osmanlı klasik düzeninde yaratılan kent, hangi uygulamaların
sonucudur? Sosyolojik kent tanımının bütün öğelerini,
Osmanlı kentine uygulayarak şöyle bir açıklama yapılabilir:
Osmanlı ülkesindeki bütün kentler, birer yönetim merkezidir
ve aynı zamanda tarım dışı üretim ve pazarlama noktalarıdır.
Büyüklük ve nüfus yoğunlukları, çevresindeki tarım
alanları ile bağımlıdır. Diğer bir deyişle, Osmanlı devleti
taşra yönetiminin mekan düzenini, kentlerin tarım ürünleri
açısından gereksinimlerini karşılayacak biçimde kurmuştur.
Bilindiği gibi, Osmanlı taşra yönetimi içinde bir
yandan eyalet (beylerbeyilik) ve sancak, diğer yandan da
aynı alanlar üzerinde bir de kaza diye anılan birimler yeralmıştır.
örneğin, XVI. yüzyılın sonlarında imparatorluğun
32, XVII. yüzyılın ortalarında ise 34 eyaleti vardı. Her eyalet
sancaklara ayrılmıştı. Toplam sancak sayısı 320’ye ulaşıyordu.
Bundan daha fazla sayıda da kaza bulunuyordu.
Eyalet-sancak birimlerinin başında padişahın askeri-idari
temsilcisi bey (beylerbeyi-sancakbeyi), kazaların başında da
kadı adıyla yargı ve yönetim yetkileri bulunan bir görevli
yer alıyordu.
Eyaletlerin kuruluşunda ve sınırlarının belirlenişinde
askeri düşünceler egemendi. Bu nedenle devlet sınırlarının
her yönünde ve gelişme istikametlerinde zaman zaman
eyalet düzeninde değişiklikler yapıyor, bir başka eyaletin
sancakları üzerinde yeni beylerbeyilikler kuruyor veya
bir beylerbeyiliği kaldırarak oranın sancaklarını yakımndaki
bir diğerinin sınırları içine alabiliyordu. Fakat taşra yönetiminin
temel birimini, sancaklar oluşturuyordu. Sancak denilen
taşra yönetim biriminin kurulmasında ve sınırlarının
belirlenmesinde askeri zorunluluklardan çok ekonomik, mali
ve idari düşünceler ağırlık taşıyordu. Çünkü, sancaklar tımar
sistemi içinde temel birimlerdi ve pek az istisna dışında
her sancağın merkezi, bir büyük kentti. Böylelikle kent, mekan
organizasyonunun önemli bir öğesi niteliğini taşıyordu.
Osmanlı kentinin büyüklüğü, çevresindeki tarım yapılabilir
alanlara bağlıydı ve bu alanlar da Osmanlı sancağının sınırlarını
belirliyordu.
Osmanlı devletinde, XIX. yüzyıla gelinceye kadar, yani
ülkenin ulaşım ağı ve dış ticaret kanallarının değiştiği döneme
gelinceye değin, kendi iç dinamiği ve geleneksel anlayışına
bağımlı taşra düzeninde sancak temel birim niteliğini
sürekli korudu ve diğer taşra yönetim birimlerinde, yani
eyalet ve kadılık bölgelerinde zaman zaman değişiklikler yapılmasına
rağmen, sancakların sınırlarında dikkate değer bir
değişiklik yapılmadı. Sancak sınırlarının değişmesi ancak
1842’lerde görülmeye başladı.11
Beslenme olanakları böylece sağlanan Osmanlı-Türk
kentinin yapısı ve tarihsel kökenleri üzerinde de şunlar söylenebilir:
Araştırıcıların genellikle kabul ettiğine göre, İslam kentinin
üç temel öğesi vardır: Cami, pazar ve hamam. Cami,
dinsel görevlerin yerine getirildiği ve toplumsal ilişkilerin
geliştirildiği bir temel yapıdır. Caminin hemen yanında pazar
yerleri ve hanlar yer almıştır. Aynı dalda üretim yapanlar
ve satıcılar bir çarşıda bulunurlar. Esnaf çarşıları, önemlerine,
dinsel hizmetlerle ilişkilerine göre, camiden şehrin
kapılarına doğru bir sıralama içinde görülmektedir. Şehrin
mahallelere, organik bir bağ bulunmaksızın bölünmüş olması,
onun en büyük fiziksel ve sosyal özelliğidir.
İslamiyet öncesi Türk kent tipine gelince, üç asıl elemandan
oluşmuştur: İç kal’a, şehristan ve rabad. İç kal’a,
saray ve yönetim yapılarının toplandığı yerdir. Şehristan,
yöneticilerin, sanatkarların yaşadığı kesimdir. Dinsel yapılar,
hamamlar burada bulunuyordu. Rabad, kentin dış kısmını,
varoşlarını içine alan kesindir. Ticaret etkinlikleri,
özellikle çevrenin tarımsal ürünlerinin pazarlanışı burada yapılıyordu.’
2 Çeşitli araştırmalardan, Selçuklu dönemi Anadolu
kentinde, merkezde büyük cami ve sarayların yer aldığını
ve bu kesime şehristan veya batınii’l-medine dendiğini,
pazar ve mahallelerin kent dışına, kapılara doğru uzandığını
öğreniyoruz.13
Osmanlı döneminde eski Türk kentinin planı daha zenginleşmiş,
eski yapı ve elemanların yanına yenileri eklenmiştir.
Ayrıca Osmanlı kentlerinin gelişmelerinde uygulanan
bir başka yol vardır. Bu, dinsel ve sosyal yapılar topluluğu
olan imaretler kurarak kentleri geliştirmektir. İmaretler,
çoğu Osmanlı kentlerinde büyük ve kalabalık semtlerin
oluşmasına neden olmuşlardır. Osmanlı kentinin planına
egemen öğeler şöyle sıralanabilir: Cami, bedesten ve imaret
siteleri, yönetim işlevlerini yüklenmiş olarak önemini sürdüren
kal’a. Bu odak noktalan arasındaki çatı, ekonomik
etkinliklerin alanı olan çarşı ve pazar yerleri ile doldurulmuştur.
Kentin asıl merkezini bedesten oluşturur. Etrafında
yalnızca bir geceleme yeri niteliğini taşımayan, aynı zamanda
ticaret yeri olan fanlar yeralmıştır. Çoğunlukla kentin
büyük cami ya da camilerinden kimileri burada bulunabilir.
Bu merkezden diğer odak noktalarına doğru bir yayılma göze
çarpar. Yayılmanın eksenini de bedestenden başlayan ve
uzunçarşı denilen geniş cadde oluşturur.