İçerinin çıktısı, dışarının girdisi olan mimari elemanlar: Balkonlar.
Eskiden balkonlar, güvenlik açısından, törenlere kalabalıktan uzak, izole bir yerde katılmak isteyen, üst rütbeye münhasır insanların gözetleme yeri olarak kullanılırmış. Bu işlevden türeyip önce cumbalara, sonrasındaysa bugün hemen her evde olan balkonlara kadar evrilerek gelişmişler.
Yine yakın bir zamana kadar balkonlar, toplum yaşantısında, ev ahalisiyle akşam sohbetlerinin yapıldığı ayrıcalıklı bir yere sahipti. Bir yandan da çevre civarda ne var ne yok kolaçan edilir, dışarısı gözlenir, olan biten izlenirdi.
Jane Jacobs’un deyişiyle kentin gözcüsü konumundaki teyzeler, balkonda oturup bütün günlerini bu güvenlik işine adarlardı. Hatta evlerinin yakınındaki kaldırımı bile sahiplenir, çöp atanları kınar, gelen geçenle hasbihal edip, nereden gelip nereye gittiğini kapı numarasına kadar öğrenirlerdi. (Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, Jane Jacobs)
Yerden yüksekte, içerisiyle fiziksel, dışarısıyla görsel temas halindeki bu yapı parçaları, günümüzde yine bir evrimleşme döngüsünün içindeler. Hepimiz farkına varmışızdır, hatta belki birçoğumuz -ben de dahil olmak üzere- kendi evinde, bizzat bu oluşuma tanıklık etmiş durumda: Kapalı balkonlar.
Bu kapatma yöntemine neden başvurduğumuzun sayısız sebebi olabilir: Mahremiyet, metrekare/fazladan oda, güvende hissetme, komşuluğun yitip gitmesi, temizlik, ısınma-soğutma…
Ancak işin teknik ve bireysel kısımlarını bir yana bırakıp mimari ve kentsel boyutunu tartışacak olursak bu durumun kent içindeki değişime etki ettiğini görmek kaçılmaz bir hal alır. Yapıların estetik değerinin tartışmalı durumlara yol açmasından, insanlar arasındaki sosyal iletişim ve etkileşimi kısıtlamasına; daha önceleri sözünü ettiğimiz tatlı teyzelerimizin artık sokakları değil televizyonu seyretmesinden, bilmem kaç dairelik toplu konutlarda komşumuzun bırakın külünü, kim olduğunu bilmeye bile ihtiyacımızın olmamasına kadar bir sürü konuyu tartışabiliriz. Üstelik bu tartışmayı sadece balkon örneğinden yola çıkarak gerçekleştirmek mümkün.
Elbette her bir sorunu da balkonların kapatılmasına yüklemeyelim şimdi, diyebilirsiniz. Ancak bahsi geçen durum, mimarinin en ayrıntısız elemanlarının bile, toplumsal kent yaşamına olan etkisinin yadsınamayacağını gösteren bir gerçektir. Hal böyle olunca, bireyin sadece kendi refahını düşünerek ‘kendine ait yer’ inde yaptığı değişiklikler, kentin bir parçası olduğunun farkına varamayışından kaynaklanıyor diyebiliriz. Sonuç olarak sahipsiz bir kent, yaşam kalitesi düşmüş ortak alanlar, herkesin kendi kutusuna sığındığı özel alanlar ve doğal olarak bağlam ile ilişkisini minimum düzeyde tutan kütle grupları… Distopyaya merhaba deyin.