Günümüzde özellikle uzay kentlerde yaygınlaşan güvenlikli site mantığı yavaş yavaş şehirleri ele geçirmeye başladı. Aidatlardan gelen gelire bağlı olarak bu siteler; girişindeki plaka tanıma sistemiyle, sunduğu bahçıvanlık ve kapıcılık gibi hizmetleriyle, asansörleriyle, hatta kimilerinde var olan sosyal olanaklarıyla (fitness ve sinema salonları, oyun parkları gibi) oldukça rağbet görüyor. Sakinleri tarafından hırsızlığa karşı da avantajlı olarak değerlendiriliyor. Peki, bu yaşama biçimi bizi şehirden soyutlayarak karantina altına mı alıyor, yoksa özellikli sınıf ayrıcalıklarına kavuşturarak şehri ayağımıza mı getiriyor?
Mahalle
Şimdilik bu soruyu bir kenara bırakarak ‘mahalle’ kavramına bir göz atalım.
Mahallenin temeli, mekan ve insandır; mekan ve insan/hayatın bütünleşmesidir. Mahalle, ne sadece mekan ne de insandır; insan ve mekanın el ele verip dokuduğu yeni bir birlik, yeni bir hayat sahnesidir. (Ömür Nihal Baday, Yüksek Lisans Tezi (Alıntılanan: Alver 2011: 117))
Mahalle komşuluk ilişkileri ve diğer sosyal oluşumlarıyla ön plandadır. ‘Kapı komşusu’ ifadesine anlam veren sahnelere ev sahipliği yapar. Güven duygusuyla işler. Paylaşmanın simgesi olarak, komşular arasında alınıp içi mutlaka dolu verilen tabaklar, sokakta oynayan çocuklar, işe giderken esnafla muhabbet eden çalışanlar bunun gündelik yaşamdaki örneklerini oluşturur.
Evlerin çevresinde (özel mülke ait arazi, bahçe vs. dışında) bir sınır olmadığı gibi mahalleler arasında da bir ayrışma, sınır yoktur. Hatta çoğu zaman birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığını bile bilemez insan.
Zonlama Tekniği
Zamana karşı (In Time) adlı filmde, sahip olduğu paraya (yani zamana) göre kişilerin bir üst nitelikli bölgeye ulaşabildiği bir sahne vardır. Zonlar arasındaki kontrol noktalarından ancak yeterli miktara ulaşanlar geçebilir. Aslında site oluşumu da tıpkı bu filmdeki gibi işlemektedir. Film yakın geleceği öngörüyor ancak senaryo, şehirlere çoktan farklı bir şehirde de olsa nüfuz etmiş durumda.
Avantaj ve dezavantajlarını tartışacak olanlar, elbette kendilerince haklı buldukları noktalara göre mahalle içinde ya da site içinde yaşamayı tercih edebilirler. Üstelik bunu yaparken öne sürdükleri gerekçelerinde çok haklı da olabilirler. Nitekim burada tartışılmak istenen konu, bu çerçeveleme usulünün şehir yaşantısını ne derece etkilediğidir. Kamusal açık alanları; içeriye site sakinlerinden başkasının giremediği özel, ayrıcalıklı alanlara- bir nevi gettolara- dönüştüren bu yapılaşma, kent kimliğini önemli ölçüde etkiliyor ve kolektif belleğimizde izler bırakıyor. Artık kenti; parçalanmış, ayrıştırılmış, elenmiş ve sınıflandırılmış alanlardan ibaret görmek kaçınılmaz oluyor.
Le Corbusier’in 19.yy şehirlerine eleştiri niteliğinde olan modern kent tasarımı da benzer sorunlardan ötürü oldukça eleştiriye maruz kalmıştı. Çok katlı yapılar arasındaki devasa boşluklar ‘yeşil çöller’ e benzetilmiş, insan ölçeğinin algılanamaz küçüklüğü ise tasarımı inceleyenleri hayrete düşürmüştü. Sonuçta yaptığı mimari eserlerle nam salan Corbusier’in bu kent tasarımı hiçbir zaman inşa edilmedi. Ancak proje, hala tartışılmakta ve derslerde anlatılmaktadır.
Ünlü mimarın kurguladığı yaşantıda çitler gibi sınırı tanımlayan somut elemanlar yoktu. Modern yaşamın bir parçası olabileceği düşünülen ihtiyaçlar göz önünde bulundurulmuştu. Örneğin meydanın yerine bir helikopter pisti düşünülmüştü. Günümüzün ihtiyacı olarak ise, başta güvenliği sağlamak maksadıyla çitler, tel örgüler düşünülüyor.
Şimdi başta sorduğumuz soruya geri dönelim: Kentin ihtiyacının olduğuna inanılan bu çitler bizi koruyor mu, yoksa ayrıştırıyor mu?
Çok başarılı bir makale olmuş, mimarlar için tartışılması gereken bir konu.